Vakanüvis, dindar kesime uygulanan zorbalıkları yazdı

Vakanüvis

Türkiye seçimlere doğru hızla yol alırken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrısı siyasette sık sık gündem oluyor.

CHP Lideri, dindar kesime yönelik çağrısında, zaman zaman çelişkili davranıyor gibi görünse de bu kavramı kullanmayı sürdürüyor. Bu konuda asıl sorun ise “CHP’ye yakın” çevrelerdeki tutum.

Ana muhalefete olan gönül bağını saklamaya gerek duymayan akademisyen, gazeteci, köşe yazarı, TV yorumcusu, sporcu, oyuncu, şarkıcı gibi kişiler peş peşe, toplumda “dindarlara baskı” bağlamında çağrışımlara yol açan politikaları hatırlatacak sert açıklamalar yapıyorlar. Başta CHP, muhalefet kesimindeki partiler de böylesi durumlarda genellikle sessiz kalarak bu tür yaklaşımları zımmen destekledikleri algısına yol açıyorlar.

Bugünkü muhalefetin iktidara geldiği takdirde – hatta bazıları açısından “çoktan iktidar olunmuş gibi” – nasıl davranacaklarını söyleyenler, en çok da 28 Şubat Süreci’nde yaşananları akıllara getiren söylemlerde bulunuyorlar.

“Hafıza-i beşer nisyanla malûl” olsa da inanç ve düşünce hürriyeti açısından maziye damgasını vurmuş kimi hadiseler ise kolay kolay unutulacak gibi değil, hele hele tekrarının yaşanabileceğine dair imalar bu unutmayı ve “helalleşme”yi zora sokuyor.

Büşra Kepenek Şahin’in Sakarya Üniversitesi’nde Eylül 2019’da hazırladığı, “Türkiye’de İslamofobik Yaklaşımlar (1980-2000)” başlıklı 155 sayfalık Yüksek Lisans Tezi, dindar kesimin geçmişte yaşadığı zorlukların bir derlemesi.

Teze konulan gazete kupürleri ise özellikle 28 Şubat sürecindeki zorbalıkları görsel olarak çarpıcı bir biçimde hatırlatıyor.

1973 tarihli Baro kararı: Önü alınmazsa başörtülü kılık artar

28 Şubat öncesi devirlerden bazı örneklerin de yer aldığı tezde, 1973’te Ankara Barosuna kayıtlı bir avukat olan Emine Aykenar’ın meslekten ihracına ilişkin kararın gerekçesinde yer alan ifadeler, bu konudaki yaklaşımların yıllar geçse de hiç değişmediğini ortaya koymakta: “Başörtülü olarak duruşmaya çıkmak, bir bayan avukat için sakıncalı, mesleğin geleneklerine, meslek onuruna ve kurallarına tamamen aykırı bir davranıştır. Başı açık çalışmak, resmi yerde, üstelik resmi kılıkla iş işlemek, görev yapma sırasında başı açık bulunmak, ulaştığımız toplumsal düzeyin olağan sonucu gereklilik kazanmış bir saygı durumudur. Dinsel örtüyü uygar giysi ve mesleki kılıkla bağdaştırmak olanaksızdır. Önü alınmazsa, benzerlerinin türeyip artması mümkündür.”


Darbeci Başbakan Ulusu: Taşralı gibi örtünsenize

O yıllardaki başörtüsü tartışmalarında, “geleneksel şekilde örtünme” argümanı da sıklıkla kullanılıyordu. “Ninem de örtülüydü ama böyle değildi” veya “Taşrada, kırsal kesimde olduğu gibi örtünülmeli” yaklaşımları dile getiriliyor, “türbanda ısrar edenlerin ise art niyetli oldukları” ileri sürülüyordu.

Bu görüşü ifade edenlerden birisi de 12 Eylül darbecilerinin Başbakanlık koltuğuna oturttuğu emekli subay Bülent Ulusu’ydu. Ulusu, 1983 yılında, YÖK’ün başörtüsü yasağının kalkması yönündeki talepleri için ziyaretine gelen bir grup başörtülü öğrenciyle görüşmesinde, taleplerin iletilmesinin ardından, “türban”ın taşradaki kadınlarda, şehirlerdeki geleneksel çevrelerde olmadığı görüşünü dile getirip, pencereye yaklaşmış ve eliyle sokağı işaret ederek “Hani? Bana sokakta sizin gibi giyinen kadınlar gösterin.” demişti.

İki haber: “Çarşaflı, çember sakallı gericiler” – “Seçkin, seviyeli, bilinçli çağdaşlar”

1989 yılında, Anayasa Mahkemesi’nin “başörtüsünün serbest bırakılmasına yönelik hükmü iptal etmesi” üzerine protesto eylemleri gerçekleştirilmişti.

Mahkemenin, inanç hürriyetine doğrudan bir saldırı anlamına gelen bu kararı, yurdun dört bir yanında barışçıl gösterilerle protesto edilmişti. Bu eylemleri haberleştiren Çetin Emeç’in Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Hürriyet gazetesi, 11 Mart 1989 tarihli nüshasında “Kara Cuma” manşetiyle çıkmıştı.

Spotta ise “İrticanın genel provası” başlığı ifadesi kullanılarak şöyle denilmişti:

“Bazı büyük şehirlerde Cuma namazından sonra toplanan türbanlı, çarşaflı genç kız ve kadınlar, çember sakallı erkekler dini sloganlar atarak gerici gösteriler yaptılar.”

Aynı gazete, Anayasa Mahkemesi’nin yasakçı kararını savunan çevrelerin 11 Nisan 1989’da gerçekleştirdikleri eylemi ise 12 Nisan 1989’da “Kara Cuma’dan sonra Beyaz Salı” başlığıyla vermişti.

Haberde,


Kadın akademisyenler: “Türban, eğitim hakkını engelliyor!”

Merhum Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi’nin 1980’lerin ikinci yarısından itibaren istikrarlı bir büyümeye girmesi pek çok çevreyi rahatsız etmişti.

Özellikle 1994 yerel seçimleri yaklaşırken, RP’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimlerde başarılı olma ihtimaline karşı dindar kesimlere yönelik tutumlar daha da artmıştı. Bu çerçevede, 17 Mart 1994 tarihinde değişik üniversitelerden 380 kadın öğretim üyesi ve görevlisi, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’e bir mektup göndermişlerdi. Üniversite çalışanları, o dönemde devam eden başörtüsü yasağına rağmen, tek tük örneklerden hareketle “türban üniversitelerde yayılıyor” propagandası yapmışlardı. Mektupta, bu konudaki bildik polemikler sıralandıktan, “örtünerek örtünmeyenler üzerinde baskı oluşturulduğu” gibi görüşler dile getirildikten sonra, “üniversitelerdeki türbanlı öğrenciler öğretim özgürlüğünü engellemektedir” denilmişti.

“Ya bıyıklı bir adam tıraş olup türban taktıysa?”

28 Şubat sürecinde, dindarlığa işaret sayılacak sembollere karşı temelsiz gerekçeler üretme çabaları gülünç durumlara da yol açabiliyordu.

Dönemin basınına yansıyan haberlere göre, 19 Ekim 1996 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan tüm öğrenciler bir dersten sınıfta kalmıştı. Bunun gerekçesi ise dersi alan 70 başörtülü öğrencinin 30’unun başını açmamasıydı. Okul idaresi de bunun üzerine “güvenlik gerekçesiyle” sınavı geçersiz saymış ve bütün sınıfı başarısız saymıştı.

Dönemin okul müdürü Demir Tiryaki, konu ile ilgili olarak, “Başörtülü öğrencilerin erkek mi kadın mı olduğu anlaşılamıyor. Bıyıklı bir adam tıraş olarak başörtü takabilir ve kız öğrencinin yerine derslere, sınavlara girebilir” demişti.

“6 saatte bir cami inşa ediliyor. Taksim’e camiye ne gerek var?”

Dönemde, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında “Taksim’e cami” konusu da birçok kesim tarafından eleştirilmişti. Erbakan Hükümeti işbaşındayken böyle bir inşaat ihtimalinin belirmesi üzerine, köşe yazarları sık sık bu konuyu işlemişlerdi.

Cumhuriyet gazetesinden Cüneyt Arcayürek, ülkede 6 saatte bir cami yapıldığını iler sürerek, “Gözümüz doymuyor galiba. Türkiye’de onca sorun varken, bunların üzerine gidip çözümler bulunması gerekirken, Taksim’den sonra Çankaya’ya da cami yapılması tartışmalarının bu kadar gündemi meşgul etmesi yanlış.” diye yazmıştı.

Emin Çölaşan da Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında, “Taksim’e cami yapacağız Şimdi en son din sömürüsü burada fışkırdı. Her kentin belli yerleri vardır ki, o kentin simgesidir. O mimari ve tarihi dokuyu hangi amaçla olursa olsun bozmak mümkün değildir. Taksim’e cami, şehrin tarihi dokusunu bozacaktır.” ifadelerine yer vermişti.

Yine Hürriyet’ten Bekir Coşkun ise “Refah Partisi, ‘Taksim’e cami temeli ile İstanbul’un yeniden fethi’ diyerek, buna karşı çıkan kesimi zımni olarak isimlendiriyor: Bizans tarafı… Oysa camiler barış-sevgi yeridir. Bunların elinde cami bile siyasi kavgaya malzeme oluveriyor.”


Özkök’ün Hürriyet’i: Karayoluyla hac, kurban derisine serbesti tahriktir

28 Şubat döneminde Hürriyet gazetesini yöneten Ertuğrul Özkök, gazeteyi daha eski yıllardaki genel tutumdan farklı olmayarak yine dindar kesim karşıtı bir pozisyonda tutmuştu. Refah Partisi’nin sürekli eleştirel bir biçimde ele alındığı sayısız haberlerden birisi de 4 Şubat 1997 tarihinde yayımlanmıştı. “Tahrikler bitmiyor” manşetiyle çıkan haberde, “Refah Partisi türban, karayolu ile hac, kurban derileri, Taksim’e cami krizlerini yeni krizler yaratarak daha da tırmandırıyor.” ifadeleri kullanılmıştı.

Haberin devamında, Sincan’da Kudüs’deki Mescid-i Aksa Camii’ne benzeyen bir çadırın Atatürk büstünün karşısına konulmasından bahsedilerek, “Ata’ya nispet gibi” başlığı atılmıştı.

“Resmî yazı”dan: Türbanlı giremez (temizlikçi, sütçü vb hariç)

TSK bünyesindeki personelin eşlerine yönelik başörtüsü yasağı da dönemde sık sık gündem oluyordu.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı tarafından 1998’de yayımlanan “Çağdaş kıyafet konulu genelge”de, “Kılık Kıyafet Kanununa aykırı olarak giyinen ve çağdaş görünüm sergilemeyen, özellikle genç yaşına rağmen türban ve tesettür giyen (lojmanlara süt, yoğurt vermek, temizlik yapmak vb. nedenlerle gelen mahalli kıyafetli bayanlar hariç) yüz hatları tam belli olmayan şahısların askeri sosyal tesis, kantin ve lojmanlara girişleri emniyet ve güvenlik açısından sakınca teşkil etmektedir.” ifadelerine yer verilmişti.

“Cami açılışında dini konuşma yaptığından ihracına…”

Dindarlara karşı saldırıların tavan yaptığı süreçte, üç Vali, 166 Kaymakam, 41 Vali Yardımcısı ve üç Hukuk İşleri Müdürü hakkında rapor yazılarak kamudan ihraç kararları alınmıştı. Bu raporlardan 1997 tarihinde hazırlananında ise bir mülki amirle ilgili olarak şu “suçlamalar” dile getirilmişti:

“Cami açılışında dini içerikli konuşmalar yapması, tarikat şeyhiyle bayramlaşması, 1997 yılı Kurban Bayramında deri toplamak için resmi araç talep eden Türk Hava Kurumu Derneğine araç tahsis etmemesi, Atatürk düşmanlığı, makam odasında namaz kılması, eşinin ve büyük kızının türbanlı olması…”

Turist Rehberleri Esnaf Odası: Bu kadar cami ve İHL’yi turistlere izah edemiyoruz

28 Şubat sürecinde “sivil” görünümlü ama aslında vesayetçi reflekslere sahip olan devlet dışı örgütler de dindar kesime karşı muhalif tutumda ön sıralarda yer almışlardı.

Pek çok “sivil toplum örgütü” 8 yıllık kesintisiz eğitimin gerçekleştirilmesi, İmam Hatip Liselerinin sayılarının azaltılması ve Kuran Kurslarının kapatılması gibi talepler içeren açıklamalar yapmaktaydı. Durumdan vazife çıkartanların sayısı artıyor ve sıklıkla konuyla hiçbir alakası olmayan kesimler de açıklamalarda bulunuyordu.

“İstanbul Turist Rehberleri Esnaf Odası” da bu furyaya katılmış ve şu satırların yer aldığı bir bildiri yayımlamıştı:

“Dünyaya, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu tek laik ülke olma özelliği bulunan ülkemizde devlet eliyle demokrasi ve laiklik düşmanı milyonlarca insan yetiştirildiğini açıklayamıyoruz. Yarım milyon gencimizi, nasıl oluyor da sadece din adamı yetiştirmekle sınırlandırılması gereken din okullarından (İHL) üst düzey kamu yöneticisi olarak çıkardığımızı anlatamıyoruz. Cami sayısının okul sayısının önüne geçmesine izin veren bir devlet anlayışını izah edemiyoruz.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir